Annenin sıcak,
huzurlu ve güvenli dünyasından karmaşanın, belirsizliklerin ve kaosun olduğu
gerçek dünyaya geliriz. Gerçek dünya da yaşayabilmek o kadar da kolay değildir.
Bir taraftan kendimizi tanımaya ne olduğumuzu anlamaya çalışırken bir taraftan
da çevrenin tehlikelerinden korunmaya çalışız. Çevreyle kurduğumuz iletişim
dünyayı tanımamızı sağlarken temas anında yaşadığımız duygular da kendimize
ilişkin düşünceler oluşturmamıza sebep olur. Yani iletişim kurduğumuz kişileri
yada nesneleri kendimizi iyi hissettiriyorsa olumlu yaşantı, kötü
hissettiriyorsa olumsuz yaşantı olarak kodlarız zihnimize. Kendimizi ve
çevremizdeki kişileri temas anında olayın bizde yaşattığı duyguya göre iyi-kötü
diye ikiye ayırmaya başlarız. 5 yaşlarına kadar devam eden bu duygu ve
düşünceler sağlıklı ebeveyn tutumlarıyla iyiyi ve kötüyü içinde barındıran bir
benlik yapısına dönüşür. Eğer çocukluk döneminde kişiliğimizi bütün olarak
algılamayı gerçekleştiremezsek etrafımızdaki insanları da siyah ve beyaz olarak
görmeye başlarız. Siyah tarafımızı tetikleyenleri siyah, beyaz tarafımızı
tetikleyenleri de beyaz olarak tanımlarız. Artık hayatı kendi içindeki siyahı korumaya
çalışan bir beyaz edasıyla sürdürmeye başlarız. Kendimizi daha iyi hissetmek ve
daha güçlü olabilmek için olumsuz taraflarımızı temsil eden siyahı kuşatan beyaz
bir çadır kurarız. Çadırın beyaz tarafının siyah tarafıyla temas etmeyeceği
şekilde birbiriyle bağlantılı direklerle yükseltir, kazıklar çakıp ipleri
gerdiririz . Gelebilecek darbeye dayanıklı olduğunu, en azından direklerden
birinin yıkılmasıyla çadırın çökmeyeceğini, yeni direk dikinceye ve çöken
tarafın bezini tekrar gerdirinceye kadar diğer direklerin taşıyabileceğini
biliyor olmamız bize güven duygusu verir . Bekli de halk arasında “özgüven” denen duygu
buradan besleniyordur.
Bu şekilde hayatımız
boyunca sağlamlaştırmaya çalıştığımız çadırın içinde narin, güçsüz ve sürekli
kollanması gereken benlik parçasını yaşatmaya çalışırız. Hiç beklemediğimiz bir
anda gelen darbeyle hasar gören koruma çadırımız bizde panik yaratır. Tüm gücümüzle
oraya omuz verip yeni bir direk çakmaya çalışarak çadırın o tarafını
güçlendirmek için uğraşırız. Çünkü dışarıdan görülen çadırın rengi ve
büyüklüğüyle içinde yaşatmaya çalıştığımız benlik parçamız arasında büyük
farklar vardır. Diğer insanların kişiliğimize ilişkin düşünceleri çadırın
dıştan görünüşü temsil ederken bizim farkında olduğumuz benlik parçası; içeride
yaşatmaya çalıştığımız çok hassas, zayıf ve kırılgan olan tarafımızı temsil
etmektedir. Biz çadırın örtüsü yani beyaz tarafı ile içeride yaşattığımız
benlik parçası arasındaki yüksekliği “ Savunma Mekanizmaları” nı kullanarak oluşturur
ve dış dünyayla temasını kesmiş oluruz. Bu durum benlik parçamıza dışarıdan
gelebilecek tüm tehditlere karşı bir koruma kalkanı oluşturduğu için bizi
rahatlatırken dış dünya ile temas etmesini engellediğinden dolayı büyüyüp olgunlaşmasını
geciktirir.
Biz her ne
kadar tedbir alsak, zayıf olan savunmalarımızı güçlendirmek için yeni savunmalar
oluştursak da hayat içerisinde yaşadığımız sarsıcı olaylar bazen çadırın
bezinin yırtılmasına bazen alttan su almasına bazen de çöken direğin örtüsünün
benliğe dokunmasına sebep olabilir. Bu durumda gerçek dünyayla temas eden
tarafımız acı çeker fakat iç görü kazanmamızı sağlayan bu kırılmalar
olgunlaşmak ve güçlenmek için bize fırsat verir.
Şimdi bu
yaşatmaya çalıştığımız fakat geliştirmek için çok bir şey yapmadığımız benlik
parçamızla, görülmesini istediğimiz benlik parçamız arasında duran, çoğu zaman
bizi ayakta tutan, bozulan dengeleri tekrar kuran, kötü gün dostu “Savunma
Mekanizmaları” na bir bakalım;
Savunma mekanizmaları genel
olarak kişiyi yaşamış olduğu olumsuz olaylardan sonra temeldeki yetersizliklere
ilişkin düşüncelerden sıyırıp benliği tekrar denge haline ulaştırmak için bir çoğu bilinçdışı bir şekilde yapılan
açıklamalar, yorumlar ve tepkilerdir. Yani kişinin dış tehditlere karşı vermiş
olduğu tepkilerin tamamı savunma mekanizmasıdır.Bunların bir kısmı yaşanan
durumları dışsallaştırdığı için kişinin iç görü kazanmasını engellerken bir
kısmı da kişinin varlığını devam ettirebilmesi ve hayattan keyif alabilmesi
için gereklidir.
Hayatı boyunca
insanlara tepeden bakan, sürekli ukala tavırlar gösterip karşısındakini
değersizleştirmeye ve kendini mükemmelleştirmeye çalışan narsist yapıların
aslında saklamaya çalıştıkları yoğun değersizlik duyguları, incinmişlikleri
olduklarını ve kocaman dağ görüntüsünün altında derin kuyulara sahip olduğunu duymuşsunuzdur.
Ya da sürekli çevresini suçlayan insanların derin suçluluk duyguları yaşadığını
gözlemlemişsinizdir. Benzer bir çok kişilik yapısının savunmalarla ayakta
durduğunu ve gelen sağlam bir darbede yere kapaklandığını biliriz. Ancak ayakta
durmak için sürekli savunma yapan bu kişilik örüntüleri yerle bir olduklarında
normal insan gibi tepki vermez, yaşadıkları öfkeyle ya çevresine ya da
kendisine ciddi zararlar verebilirler(İntihar etme, karşısındakini öldürme). Bu
kadar uç durumlardan biraz ortalama kişiliklere gelecek olursak; “sürekli
kafama takıyorum, her söylenen batıyor vs” gibi şikayetleri olan kişiliklerin
enerjilerini aile hayatı, iş hayatı, sosyal hayattan kısıtlayıp kişisel
hayatındaki kaygılarına yoğunlaştırdığını görmekteyiz. Benlik bütünlüğünü tam
olarak sağlayamayan bu kişiler iletişim kurdukları kişinin tavırlarıyla kendi
iç dünyalarında saklamaya çalıştıkları zayıf tarafları arasında bağlantı kurup
kendilerini kötü hissederler. Bu spesifik algıların oluşturduğu dengesizliği
gidermek içinde sürekli savunma yaparlar. Bu savunmalarla ömrünü geçirenler
işlevsellikten çok bir şey kaybetmeseler de yaşam kalitesini düşürürler.
Sağlıklı bir
insanın resme bütün olarak bakabilmesi, siyahı ve beyazı karıştırıp griyi
yakalayabilmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Bu bağlamda kendini olumlu-olumsuz,
güçlü-zayıf taraflarıyla kabul edip bütün olarak algılayan normal insanların da
savunma mekanizmalarına ihtiyaçları vardır. Fakat normal insanlar kendini gri
olarak algıladıklarından dolayı grinin siyaha kaçan tarafı ona gösterildiğinde
çok telaşa kapılıp, var gücüyle karşıya saldırmaz. Kırılmaları diğeri kadar
derin olmaz. Üzülür, öfkelenebilir fakat bu tepkiler realite ölçüsünde olur. Bu
durumlarda olgun savunma mekanizmaları dediğimiz ( Bastırma , Şakaya
vurma,Yüceltme ) gibi karşı tarafa bir
saldırı niteliği taşımayan makul savunmalar göstererek krizi yönetir. Kırılmalarda
ciddi yaralar almayacağı gibi kendini geliştirmesi ve olgunlaştırması içinde
fırsat olur. Bir örnekle açıklayacak olursak ” grip aşısı vücudu hasta
etmeyecek düzeyde grip mikrobu verilerek yapılır ve vücut bu mikroba karşı
bağışıklık geliştirir yani güçlenir” . Bu örnekten yola çıkacak olursak zaten
kendi benliğimizde var olduğunu bildiğimiz olumsuzluklar bizim zayıf ve
geliştirilmesi gereken taraflarımızdır. Çevremizdeki insanların art niyet
taşımadan zayıf taraflarımıza ayna tutarak bize göstermesi de kişiliğimize aşı
yapılması gibi algılanabilir. Vücudumuza aşının enjekte edilmesi fizyolojik bir
acı verse de yararlı olduğunu bildiğimiz için sabreder, acımızı bastırırız.
Sağlıklı bir insanın kişiliğine yapılan bu aşılar, ruh dünyasında travmalar
oluştursa da bu durum dayanamayacağı büyüklükte olmaz. Kişi bunun farkında
olursa anlık duyulan acıları olgun savunmalarla atlatırken aldığı mikroplarla
kişiliğinin zayıf yönlerini güçlendirme, olgunlaştırma sürecine girer. Bu
sürece de psikolojinin gözünde kendini gerçekleştiren birey olma, bizim
kültürümüzde arif insan olma süreci diyebiliriz.
Şanver YEREBAKAN
Klinik Psikolog / Psikoterapist