7 Kasım 2016 Pazartesi

İdareli Kullan; ERKEN BOŞALMA !!!

Cinsellik, haz alıp haz vermek amacıyla ruhun ve bedenin paylaşılmasıdır. Uzun süreli ilişkilerin ve evliliklerin dinamosu olarak bilinen cinselliğin, ilişkinin enerjiyle dolması ve sıkıntılara karşı daha güçlü hale gelmesinde çok önemli olduğu kabul edilmektedir. Doyurucu ve tatmin edici bir cinsellik ilişkiye yaşam kaynağı olurken, problemli bir cinsellik görünmez ve dayanılmaz bir yük getirebilir. Cinsel hayatta sık karşılaşılan problemlerden bir tanesi de, çiftin cinselliği istediği kadar uzatamaması ve hazzın kontrolünü sağlayamayan erkeğin erken boşalmasıdır.

Erken boşalma(prematür ejakülasyon), “cinsel istek ve arzu ile başlayan ilişkinin, erkeğin kontrolünün dışında istenmedik bir zamanda boşalmayla sonlanması” olarak tanımlanabilecek bir cinsel işlev bozukluğudur. Geçmiş olumsuz deneyimlerden beslenen erken boşalma korkusu, her ilişki sonrasında kendini doğrulayan kehanete dönmekte ve cinselliğe karşı derin kaygıların oluşmasına sebep olmaktadır. Erken boşalan erkeklerin, cinsellik devam ederken arzu ettiği kadar birleşmenin süresini uzatamaması, boşalmanın kontrolünü sağlayamaması ve cinselliğin istenmeyen kontrolsüz bir bitişe mahkûm olmasını engelleyememesi, büyük bir özgüven kaybına ve yetersizlik duygusuna sebep olmakta, etkisi cinsellik sonrasına da yansıyan olumsuzluklar getirebilmektedir.

Amerikan Psikiyatri Birliğinin yayınlamış olduğu ve tıp hekimlerinin çoğunun hastalık tanımlaması yaparken referans aldığı DSM-5 tanı ölçütlerine göre Erken Boşalma Problemine bakacak olursak;

Tanı Kriterleri:
A- Cinsel ilişki sırasında, vajinaya girdikten sonra yaklaşık 1 dk içinde ve kişinin isteğinden erken gerçekleşen boşalma durumunun olması

B- Bu özelliklerin en az 6 ay boyunca sürekli tekrar ediyor olması ve neredeyse her cinsel ilişkide  (%75) aynı problemin yaşanması

      C-   Kişinin bu durumdan dolayı klinik açıdan belli sıkıntılar ve huzursuzluklar yaşıyor olması

D- Bu cinsel işlev bozukluğunun “cinsel kökenli olmayan bir ruhsal bozuktan kaynaklanması, ağır ilişki bozukluğu yaratacak ve gerginlik oluşturacak durumdan kaynaklanması, madde ya da ilaç kullanımına bağlı olması ya da başka bir hastalıkla açıklanması” gibi durumlardan kaynaklanmaması

Türleri:

      A)     Başlangıç Durumuna Göre
Birincil: Bu bozukluğun, kişinin cinsel açıdan kendini tanıdığı ve etkin olmaya başladığı zamandan beri var olması

İkincil : Bu bozukluğun, kişinin cinsel olarak  etkin olduğu ve doyurucu deneyimler yaşadığı bir dönemden sonra başlaması

      B)     Problem Alanına Göre
Yaygın      : Bu bozukluğun bütün ortamlarda ve partnerlerde görülüyor olması

Durumsal : Bu bozukluğun yalnızca bazı ortamlarda veya bazı partnerlerde görülüyor olması

      C)     Şiddetine Göre  

Hafif Derece : Vajinaya girdikten sonra 30 saniye ile 1 dakika içinde boşalma olması

Orta Derece  : Vajinada girdikten sonra 15 saniye ile 30 saniye arasında boşalma olması

Ağır Derece : Cinsel birleşmeden önce, birleşme anında ya da vajinaya girdikten sonra 15 saniye içerisinde boşalma olması

Görülme Sıklığı

Erken boşalma erkeklerde en sık görülen cinsel işlev bozukluğudur. Çeşitli Avrupa ülkelerinde yapılan araştırmalarda erkeklerin  % 16-32 oranında bu problemin yaşandığı fakat sadece % 9 unun tedaviye başvurduğu belirtilmektedir.  Bazı araştırmalarda 25 yaşın altındaki erkelerin % 30 unda, 40 yaşın üstündeki erkeklerin %10 unda da görüldüğü belirtilmektedir.

Duygusal Özellikleri

Erken boşalma yaşayan erkekler, cinsel hayatta yaşadıkları bu sorundan kaynaklı birçok olumsuz duyguyu günlük yaşamda sırtlarında taşırlar. Arzulamış olduğu ilişkiyi yaşayamadığı ve yaşatamadığından dolayı;  kontrolsüz boşalma korkusu, yetersizlik duygusu, başarısızlık duygusu,  utanç duygusu, suçluluk duygusu, kendinden nefret etme, kendine öfke, özgüven kaybı, cinsel tatminde azalma gibi duygular ortaya çıkar. İlk ilişkideki erken boşalmadan sonra kendini ispatlama adına ikinci birleşmede ısrarcı olma ve zamanla cinsel isteksizliğin ortaya çıkması gibi durumlarla karşılaşılabilir.

Davranışsal Özellikleri

Erken boşalan erkeklerin diğerlerine göre daha sonuç odaklı ve kontrolcü olduğu bilinmektedir. Hayatlarında çoğu şeyi hızlıca tüketirler,  süreç içerisinde anlamını tam olarak hissedemeden elde etmeye ve sahip olmaya odaklanırlar. Bir çok yaşam alanında görülen bu hızlı başla hızlı bitir alışkanlığı, cinsel hayatlarına da hakimdir. Bu kişilerin günlük yaşamdaki en belirgin özelliklerine bakacak olursak;

  • Yemeğe hızlı oturur, hızlı yerler
  •  Arabayı hızlı kullanırlar
  • Çabuk öfkelenirler, öfke kontrolü zayıftır
  •  İsteğini ertelemede ve olumsuzluğa tahammülde zorlanırlar
  • Olumsuz duygudan kolay sıyrılamazlar
  • Süreç odaklı değil sonuç odaklı yaşarlar
  • İçinde bulunduğu anda kalmayı beceremezler
  • Ya geçmişin pişmanlığıyla ya da geleceğin korkusuyla yaşarlar
  •  Kontrolü altında olmadığını hissettiği durumlara ilişkin normalden fazla kaygılıdırlar
  • Bazıları çok zor karar verir, en iyi kararı da verse sadece olumsuz tarafına odaklanır
  • Bazıları ise hızlı karar verir, olaylar ya siyahtır ya da beyaz
  • İnsanlara ya fazla güvenirler ya da hep bir güvensizlik içerisinde olurlar


Nedenleri
Erken boşalmanın fizyolojik sorunlara, ilaç kullanımına, madde kullanımına veya başka bir rahatsızlığa bağlı olarak ortaya çıkma ihtimali vardır. Fakat klinik tecrübelere ve yardım için başvuran hastaların yaşadığı erken boşalma probleminin sebeplerine bakıldığında, çok büyük bir kısmının psikolojik kökenli olduğu anlaşılmaktadır. Erken boşalmanın psikolojik sebeplerine ve gelişimine bakacak olduğumuzda;
  •    Gençlik döneminde yapılan hızlı mastürbasyonlar: Erkeklerin çoğu gençlik döneminde mastürbasyon yaparken yakalanacağı korkusuyla, hızlı bir şekilde sonuca ulaşma ve gerginlikten kurtulma amacıyla erken boşalmayı deneyimler. Zihin, bir taraftan suçluluktan kurtulmak ve yakalanmamak için bir taraftan da hazzı maksimum seviyeye çıkarıp boşalmada yoğun keyif yaşamak için erken boşalmayı öğrenir. Bu şekilde hızlı başlanan, yoğun haz alınan ve erken biten bir cinsel deneyim olarak davranışsal kalıp oluşur. Öğrenilen bu davranış kalıbı bilinçdışında tutulur, sonraki ilişkilerde direkt olarak tetiklenir ve ilişki erken boşalma ile sonlanır.
  •           Bilinçaltında cinsellikle ilgili olumsuz düşüncelerin olması
  •          Günah işleme ve suçluluk duygusu yaşaması
  •           Cinselliğe yüklenen yanlış anlamlar (güç, erkeklik, iktidar, başarı, değerlilik)
  •           Kontrolü kaybetme kaygısı
  •           Gebe bırakma korkusu
  •           Partnerin isteksiz olması
  •           Değersizlik ve sevilmeme duygusu
  •           Cinsellik konusunda tecrübesizlik
  •           Ortamın ve koşulların müsait olmaması
  •           Eşiyle yaşadığı gerginlikler ve çatışmalar
  •           Stres, yorgunluk, sıkkınlık, tedirginlik ve genel kaygı hali

Erkek cinsel işlev sorunları arasında en sık karşılaşılan erken boşalma problemi ile ilgili, sebeplerinin çok büyük bir kısmının psikolojik kökenli olmasından dolayı, başarıyla yürütülen cinsel terapi süreçlerinde etkin çözümler üretilip yüz güldürücü sonuçlara ulaşılabiliyor. Cinsel hayatta yaşanan bu sorunların aşılması, hem kişinin iç dünyasında rahatlamasına ve doyurucu cinsel yaşama sahip olmasına hem de duygusal ilişkinin daha çok güçlenmesine katkı sunacaktır. Alanında uzman bir ruh sağlığı profesyoneliyle etkin bir cinsel terapi sürecine başlamanız, ihtiyaç duyduğunuz duygusal ve cinsel hayata kavuşmanıza yardımcı olacaktır.


               Şanver YEREBAKAN
Uzman Klinik Psikolog / Psikoterapist


                  Kaynaklar
-           ÖZTÜRK O., Uluşahin A., Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Nobel Tıp Kitapevi, Ankara, 2015
-           Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların tanısal ve Sayımsal El Kitabı (DSM-5), Çev: Köroğlu E., Hekimler Yayın Birliği, Ankara 2014
-           HERTLEN K. M., WEEKS G. R., GAMBESCİA N., Sistemik Seks Terapisi, Çev: Keçe C., Ok M., Pusula Yayınevi, Ankara

-           KEÇE C., Cinselliğin Dayanılmaz Ağırlığı, Pusula Yayınevi, Ankara, 2015

8 Ekim 2016 Cumartesi

Evliliğin Üç Sigortası !!!

Uzun süreli beraberliklerde ilişki, üç temel kaynaktan yeterince beslenemediğinde zayıflar, hantallaşır ve yaşam enerjisi olmak yerine yük haline gelmeye başlar. Sevgi, saygı ve güven olarak bilinen ve alt başlıklarında onlarca ihtiyacın dengeli bir şekilde karşılanmasını sağlayan bu kavramların ilişkide varlığı, hayatın devamı için gerekli olan  güneş, hava ve su gibidir. Bu ihtiyaçlar giderilmediğinde ilişki güç kaybetmeye, canlılığını yitirmeye ve zamanında müdahale edilmediği takdirde kaybedilmeye mahkümdür. Bu ayakların durumu üzerinden ilişkiyi değerlendirip, kesilmesi gereken kangren mi iyileşmesi istenilen yaşam alanı mı olduğuna siz karar vereceksiniz. Sacayağı olarak gördüğümüz bu üç faktörün ilişkiye yansımalarına kısaca bir göz atalım.

Sevgi ( Yakınlık, Şefkat, Aşk, Cinsellik ) :Sevgi, var olan potansiyellerimizi hedeflerimiz doğrultusunda hayata taşımak için ihtiyaç duyduğumuz en önemli duygulardandır.  İnsan sevildiğini hissederse büyür, güçlenir, değerli hisseder ve kendini ortaya koyar. Değer vermek, yakınlaşmak, dokunmak, karşı taraf ihtiyaç duyduğunda şefkat göstermek gibi sevgi temelindeki paylaşımlar evlilik öncesinden kalan yaraların sarılmasına ve travmaların iyileşmesine katkı sunar. Bir başkası için onarıcı olan bu sevgi, kişinin kendiyle bağ kurmasıyla mümkün olabildiği için, iki tarafa da iyi gelen şifalı bir duygu halini alır. Cinsel istek ve arzuların sevgiyle yoğrulması sonucunda ortaya çıkan aşk ise ilişkinin güçlenmesini ve iki tarafın birbirinde eriyerek bütünleşmesini sağlar. Tatmin edici cinsel yaşama sahip olmak ve bir ötekine tutkuyla bağlanabilmek yaşanan birçok soruna karşı ilişkinin bağışıklığını arttıran en önemli besin kaynaklarındandır. Eğer eşinin yanındayken: anlaşıldığını ve desteklendiğini hissediyorsa, beğenildiğini ve arzulandığını biliyorsa, dokunmak ve beraber vakit geçirmek istiyorsa, görünmez bir bağla sımsıkı bağlı olduğunun farkındaysa ve zayıf hissettiği anlarda şefkatine sığınabileceğinden eminse sevgi bağlarının kuvvetli olduğu söylenebilir.  Yakın hisseden ve sevgi bağları güçlü olan çiftler, yaşanabilecek birçok sıkıntıyı sevgi potasında eritip aşılabilirler. Bu esneklik de zorluklara karşı tahammül düzeyini arttırarak daha etkin çözümler üretilmesine fırsat verir. İlişki,  odun gibi gelen ilk darbede kırılmak yerine yumuşak bir plastik gibi bir kısmını tolere eder bir kısmını da geri göndererek zarar görmeden eski haline döner.  Eğer eşinizin yanındayken: yakınlık ve sıcaklıkla dokunmak hiçbir zaman aklınıza gelmiyorsa, size ihtiyaç duyduğunu fark ettiğinizde gönüllü olarak yanında olmak istemiyorsanız, bir araya geldiğinizde beğenme ve kendinize yakıştırma hissiyle bütünleşemiyorsanız, cinsel olarak hiçbir şekilde arzulamıyorsanız ve karşı tarafında sizinle ilgili benzer durumlar yaşadığına inanıyorsanız sevgi bağlarında yıprandığı söylenebilir. Bu durum çürük bir halatla yük çekmeye benzer, ne zaman kopacağı ve altında kalacağınız belli olmaz. Tekrar beslenmediği ve güçlendirilmediği takdirde, en küçük sorunlar büyüyecek ve eşinizin yaptığı bir çok davranış size batmaya başlayacaktır.

Saygı ( Kabul, özsaygı, kimliğin onaylanması) : İnsanın kendiyle barışması ve sahip olduklarıyla değerli hissetmesi için, önem verdiği insanlar tarafından kabul görmeye ihtiyacı vardır. Kimliğinin, sahip olduğu geçmişinin, fiziksel özelliklerinin, ailesi ve kültürünün bir öteki tarafından onaylanması ile özsaygı duygusu sağlamlaşır. Bir yönüyle hayatı boyunca kendilik duygusunu yaşatacağı ruhsal alanın sınırlarını çizme ve önem verdiği kişilerin gözünde geçerli kılma anlamına gelmektedir. Eğer eşinin yanındayken; kendi ailesinin ve kültürünün kabul edildiğini biliyor, ilgi alanlarına ve seçimlerine önem verildiğine inanıyor, bireysel özelliklerinin ve gelişim alanlarının desteklendiğini fark ediyor, mesleğinin ve rollerinin onaylandığını görüyor, iletişim ve paylaşımlarıyla varlığının değerli olduğunu hissediyorsa saygı bağlarının kuvvetli olduğu söylenebilir. Çiftler tanındığı, değer gördüğü ve saygı duyulduğunu hissettiği ilişkide, karşı tarafa da benzer duygular hissettirecek iletişim biçimi oluşturur ve bağlılıkları güçlenir. Eğer eşinin yanındayken; kendi ve ailesiyle ilgili aşağılandığını hissediyorsa, küçük düşürülmüş ve değersiz görüyorsa, sürekli eşinin zihnindeki kendiyle ilgili imajları düzeltmeye çalışıyorsa, seçimleri ve önerileri kale alınmıyorsa, koyduğu sınırlar tanınmıyor ve teslim olunması isteniyorsa saygı bağlarının ciddi düzeyde zarar görmüş olduğu söylenebilir. Saygı duyulmadığını, aşağılandığını ve değersizleştiğini hissettiği ilişkide utanç ve öfke ortaya çıkar. Derinde yer alan utanç, ilişki içerisinde öfke ve nefret olarak kendini gösterir. Küçük mevzulardan ortaya çıkan büyük kavgalar buradan beslenir ve alevler iki tarafı da saracak kadar büyür. Kontrol ve güç mücadelelerinin olduğu diyaloglarda saygısızlık kırılmaya, kırılma utanca, utanç ta öfkeye dönüşür, en son hali şiddetli tartışmaya dönüşür.

Güven (Sadakat, Bağlılık, Sahiplenilme) : Bir insan hayatını sürdürebilmesi için kaygı, karmaşa ve kaos yaşamadan kendini bırakabileceği bir ötekine ihtiyaç duymaktadır.  Yeni doğan bir çocuğun bilinmezlikler içerisinde temas ettiği ve bağ kurmaya çalıştığı annesinin varlığıyla kendini yatıştırıp huzur bulmaya çalıştığı gibi. Eş olmak, herkesten daha yakın olmakla ve güvende hissettirebilmekle mümkündür. Eğer eşinin yanındayken; sıra dışı bir durum olmadığı takdirde terk edilmeyeceğine inanıyor, yaşadığı zorlukların eşi tarafından anlaşılacağını ve imkanları ölçüsünde destek olacağını hissediyorsa, zorda kaldığında ve ihtiyaç duyduğunda amasız fakatsız bir şekilde eşinin yanında olacağını biliyorsa, ihtiyaç duyduğunda eşine ulaşabileceğinden eminse ilişkide güven bağlarının kuvvetli olduğunu söyleyebiliriz. Güven duygusuyla beraber huzur ve mutluluk da artacak, yaşanan sıkıntılarda iki tarafında daha yapıcı olmasını sağlayacaktır.  Eğer eşinin yanındayken; her an suçlanacağını, beğenilmeyen yönlerinin ortaya çıkacağını, eşine yetemediği, onu mutlu edemediği ve ansızın terkedileceği gibi düşünceler aklına geliyorsa güven bağlarının zayıf olduğu söylenebilir. Çoğu zaman kaybetmekten ve terk edilmekten korktukları için karşı tarafı daha çok kontrol etmeye çalışacak, karşı taraf boğulup uzaklaşmak isteyecek fakat bu durum terk edilme korkularını daha da arttıracağı için kısır döngü halinde tekrar eden tartışmalara dönüşecektir.

Eğer sevgi, saygı ve güven temelinde sağlıklı bir ilişki yaşıyorsanız, sahip olduğunuz zenginliğin farkında olmanız çok önemli. Farkında olursanız değerini bilirsiniz, hassasiyet gösterirsiniz ve hayatınız üzerinde olumlu etkisinin devamını sağlarsınız. Besledikçe beslendiğiniz bu ilişki, hayatınız boyunca şifa kaynağınız olur ve varlığınızı anlamlandıran en büyük servetiniz haline dönüşür.

Eğer bu kaynaklarınız zayıflamış, ilişkiniz yıpranmış ve yaşanamaz hale gelmeye başlamışsa önünüzde üç seçenek vardır. Birincisi, bu haliyle gittiği yere kadar götürelim deyip kendinize de eşinize de en büyük haksızlığı yaparak sürünceme de bir ilişkiyi devam ettirmek; İkincisi, bu ilişki uğrunda çaba sarf etmeye dönük isteğim ve düzelmesine dair ümidim yok deyip ayrılmaya karar vermek; Üçüncüsü ilişkiyi veya evliliği onarmaya, daha yaşanılabilir hale getirmeye dönük bir sürece başlamaya karar vermektir.  Bu üç seçenekten biri ile ilgili karar almak sorumluluk gerektirdiği için gizli olan bir dördüncü seçenek daha vardır, o da hata yapma korkusuyla kararsız kalmaktır.
Bir çeşit donma hali olan kararsızlıktan sıyrılıp birinci seçeneği seçerseniz, freni patlamış bir kamyon gibi olacak yüksek ihtimale yoldan çıkarak kaza yapacaksınız, düşük ihtimalle de yokuş bitecek ve düz yol geldiğinde zaman içerisinde yavaşlayarak süreci kontrol altına alacaksız. İkinci seçeneği seçecek olursanız ve anlaşmalı boşanma dilekçesi verdiğiniz takdirde tek celse de boşanır yeni hayatlar kurarsınız, yok sadece bir taraf isterse ya da çekişmeli olursa yine boşanırsınız ama iki tarafa da daha çok zarar vereceği için yeni hayatlarınızı kurmanızı biraz zorlaştırabilir.

Eğer üçüncü seçeneği seçip ilişkiyi devam ettirmeye karar verecek olursanız sevgi, saygı ve güven temelinde ilişkinizi yeniden yapılandırmanız gerekebilir. İlişkinizi bütün olarak bir gözden geçirmeniz, güçlü olan yanlarına sahip çıkıp zayıf olan taraflarını güçlendirmeniz, geçmiş olumsuz yaşantıların izlerini silmek ve yaraları iyileştirmeye dönük yakın ilişkiler kurmanız, kırgınlıkların öfkenin uygun bir şekilde ifade edilmesi ve yaşanılanların kabul edilip sindirilmesine dönük paylaşımlar yapmanız bu süreçte ciddi değişimler oluşturabilir. Kendiniz ifade etme ve eşinizi dinleyebilme konusunda zorlanmıyorsanız bu süreci yardım almadan da atlatmanız mümkün olabilir. Konuşmaya başladıktan sonra kurulan iletişim, paylaşımlar yerine güç mücadelesine dönüşüyor, haklılık haksızlık tartışmasına bağlanıyor, kontrol çabalarına giriyorsanız bir çift terapistinden profesyonel destek almanız yararlı olacaktır.  


              Şanver YEREBAKAN

      Klinik Psikolog / Psikoterapist

Nereye Bakarsan Kendini Görürsün (Toplumsal Travmaların Kişisel Anlamları)

Toplumsal olaylarda travmaya maruz kalanlar, yaşadıkları somut gerçekliği iç dünyalarının süzgecinden geçirip öznel gerçekliğe dönüştürürler. Bu nedenle büyük kitlelerin yaşadığı ortak acıların anlamları, herkesin bireysel dünyasında farklılaşarak şekillenir. Yakın zamanda yaşanan darbenin kaotik ortamının, insanların bir şekilde yatıştırmaya çalıştığı ya da yok saydığı kişisel sorun alanlarının tetiklenmesine sebep olduğunu görmekteyim.

Toplum olarak geçtiğimiz bu zor dönemlerde danışanlarımın nasıl etkilendiklerini gözlemlemeye çalışırken karşılaştığım durumlara dair birkaç örnek vermek istiyorum. Bir danışanım seansta darbe akşamı yaşadıklarını anlatırken “o akşam çok kaygılandığını, uçakların alçak uçuş yapması ve askerin halkın üstüne ateş açmasından dolayı çok korktuğunu, sonraki günlerde darbe akşamına dair videolar izlerken hem üzüldüğünü hem de tekrardan endişelenmeye başladığını” ifade etti. İzledikleri arasından en çok etkilendiği sahnenin ne olduğunu sorulduğum da ise  “ bir polisin, hata yaptığının farkında olan askeri (er) şefkat içerisinde sarılarak, koruyarak götürdüğü sahnede çok duygulandığını” ifade etti. Diğer üzücü ve korkutucu anlara göre daha fazla etkilendiğin bu sahnenin, görünenin ötesinde kişisel bir anlamının olup olmadığını anlamaya çalışırken, hissettiği duyguları derinlemesine tarif etmesini istedim. O sahneyi tekrar gözünde canlandırarak tarif etmeye çalışırken “ şaşkın ve hata yaptığını farkında olan ama nasıl telafi edeceğini bilmeyen, zayıflık ve çaresizlik içerisinde olan o asker beni çok üzdü. Polisin koruyucu kapsayıcı tavrı ise içimi hafifletti ” dedi. Peki o asker ve polis senin hayatının hangi kısmına dokunuyor olabilir diye sordum ve düşünmesi için biraz zaman verdim. Yaklaşık 30-40 sn sonra küçük bir gülümsemeyle “buldum” dedi .   Çok pişman olduğu ve kendini affedemediği, kendine ve çevresine zarar verecek davranışta bulunan benlik parçasını “askere”, koruyup kollaması gereken  güçlü  benlik parçasını da (anne imgesi) “polise” benzettiğini ifade etti. Sanki iç dünyasında iki tarafın birbirine dokunduğunu, zayıflık içerisinde utanç ve suçluluk hisseden benliğinin, güçlü olan ve şefkat gösteren diğer benliği tarafından sarıldığını deneyimlemişti. Televizyondakilere hüzünlendiği düşünse de aslında iç dünyasındaki karşılığına hüzünleniyor, polisin askere sahip çıkmasıyla suçlu ama çaresiz hisseden tarafına dokunulmuş kabul görmüş hissediyordu.  

Danışanın yaşadığı döngüye bakıldığında, geçmişte yaptığı ve hala unutamadığı bazı hatalarından dolayı utanan ve suçlu hisseden benliğinin ihtiyaç duyduğu kapsanmayı ve şefkati( annesinin yeterince karşılamadığı) gösteren ötekiyle kurduğu ilişkiyi görmüştü televizyondaki görüntülerde.  O askerin neler hissettiğini biliyor, komiserin ona sarılıp korumasının ne kadar iyi geleceğini hissedebiliyordu. Belki annesinin, belki iç dünyasının bir kısmını oluşturan anne imgesinin affediciliğine ihtiyaç duyuyordu.

Bir başka danışanım, “darbe gecesi askerin işgal ettiği meydanlardan birinde olduğunu ve korku içerisinde evine gitmeye çalıştığını” anlattı. Toplu ulaşım araçlarının çalışmadığını, bazı sokaklarda elektriklerin kesik olduğunu ve askerle polisin karşı karşıya geldikleri yerden silah seslerinin yükseldiğini” anlatıyordu. O gece “bir kız arkadaşıyla beraber korku ve heyecanla dolu adımlarla hızla ilerlediklerini, ailesine ve arkadaşlarına güvende olduğunu söyleyip kimseden yardım istemediklerini” ifade etti. Diğer insanları telaşlandırmamak adına” bu korku ve kaosla yalnız başına mücadele ettiğini ve aslında güçsüz de hissetmediğini” ifade ediyordu. O akşam yaşadıklarını tekrardan gözünün önüne getirip en kötü olan durumu bulmasını istedim. Bir çok olumsuz durum yaşamasına rağmen “karanlık içerisinde yalnız yürüdüğü anın en kötü olduğunu olduğunu” ifade etti. Yalnız yürüdüğü anda yaşadığı duyguyu tarif etmesini istediğimde “ bir başkası tarafından her an düşünülmüyor olmak, güçlü ama yalnız olmak” şeklinde cevap verdi. Daha sonra “ özel hayatında biri olsaydı o an kahramanlık yapıp yanına gelmeye çalışacağını ve kendini çok özel hissedeceğini” ifade etti.  En çok üzen şeyin “darbenin ortasında da olsa yalnızlık olması, her an yanında hissedebileceği ve yakın ilişki kurabileceği kimsenin olmaması” olduğunu ifade etti.

Bu danışanımıza baktığımızda ise, herkesin ciddi korkularla kendini zayıf hissettiği anlarda kendini koruyabilecek ve bir başkasına ihtiyaç duymayacak kadar güçlü hissediyordu ama özel hissetmiyordu. Meraklanacak ve uğrunda fedakarlıklar yapacak kadar değer gördüğü yakın bir ilişkisi yoktu. Yine hayata karşı gardını yalnız almalıydı ve yine nazlanacak kimsesi yoktu. Bu danışanımıza baktığımızda, yaşananların görünenin ötesinde bireysel ihtiyaçlar bağlamında anlamlandırıldığını ve zorlukların içsel dinamiklere göre şekillendiğini görmekteyiz.

Karşılaştığımız durumlara verdiğimiz tepkilerin ne kadarının durumdan kaynaklı olduğu ne kadarının ise içsel dinamiklerimizden kaynaklandığını tespit etmek zordur. Genellikle ruhsal yapımızın gölgesinde düşünür, hisseder ve davranışlar ortaya koyarız. Bu durum bazı zamanlarda gerçeği yaşamak değil kendi gerçekliğimizi yaşamak, gerçeğe tepki vermek değil kendi gerçekliğimize tepki vermek anlamına gelebilir. Kendi duygularımızı, travmalarımızı, ihtiyaçlarımızı, isteklerimizi, korkularımızı farklı olaylarda ve kişilerde tekrar etmemiz anlamına gelebilir. Belki ihtiyaçlarımızı karşılamak ve yaralarımızı sarmak belki de kendimizi korumak adına iç dünyamızı dışarıya yansıtmamız ve tekrar tekrar farklı senaryolarda oynatmamız şeklinde ortaya çıkabilir.

       

        Şanver YEREBAKAN

   Klinik Psikolog / Psikoterapist

6 Ekim 2014 Pazartesi

Mutlu Evliliğin Keşfedilmesi



Mutlu bir evliliğin tarifini yapmak mümkün mü ? Herkesin kendisi için bir tarif yapması mümkün ama herkes için bir tarif yapmak mümkün değil gibi görünüyor. İnsanların bir çoğunun evliliği, kendileri için bir milat olarak kabul ettiklerini görürüz. "Evlendikten sonra bırakacağım, değişeceğim, yapacağım" gibi sözlerle kişisel olarak daha iyi bir noktada olacağını düşünerek bu yola çıkar. Şu andaki eksikliklerin tamamlanacağı ve ideal kimliğine ulaşacağı, değişimin ve dönüşümün mihenk noktası olacak bir yer gibi hayal edilir. Sanki, uyum sağlamak zorunda olduğunuz bir hayattan tercih etme hakkına sahip olduğunuz bir hayata geçişin olacağı ve size göre şekillenecek bir ilişki ile hak ettiğiniz hayatı yaşayacağınız bir dönemin başlangıcı gibidir.  Bir de evleneceğiniz kişiyle ilgili hayaller kurmaya başlarsınız. En iyi ve en doğru insanı bulmaya dönük motivasyonla aradığınız kişinin, geçmiş olumlu  yaşantılarınızı devam ettirecek ve güzellikleri koruyacak, aynı zamanda olumsuz yaşantılarınızı tekrar yaşatmayacak ve ondan kalan izlerinizi silebilecek biri olmasını istersiniz. Geçmişte verilmemiş olan fırsatları size verecek, değerli olduğunuzu hissettirecek, şartsız kabul edecek ve sevgi gösterecek, tüm zayıflıklarınızla ve eksikliklerinizle size şefkat duyabilecek, kendinizi tüm yönlerinizle bütün hissetmenizi sağlayabilecek birini beklersiniz. Çünkü, ona ihtiyaç duyarsınız. 


Yapılan araştırmalara bakıldığında, evlilik hayatına ilişkin insanların bilinçdışı beklentilerinde; geçmişten kalan travmaların ve yaraların, eş ile kurulacak olumlu ilişkinin  atmosferinde sarılması ve iyileştirilmesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Ebeveynlerimizin kendi sorunlarının gölgesinde oluşturmuş oldukları ilişki biçimi, bizim gelecek hayatta kuracağımız yakın ilişkilerin çekirdeğini oluşturur. Ne kadar özenle ve fedakarlıkla yetiştirilmiş olduğumuzu düşünsek de, bizi yetiştirenlerin kendi yaraları ve travmalarının etkisiyle ortaya çıkan ilişki biçimlerinden bizler de nasibimizi alırız. Bu ilişkisel mirasın kalıplarını, yakın ilişki kurduğumuz bir çok insanda tekrarlarız. Tekrarlamamızın temel amacı, çocukluk yıllarından kalan olumsuz duyguları olumluya çevirebilmek ve temel duygusal ihtiyaçlarımızı, kaybetme korkusu yaşamadan karşılayabileceğimiz birini bulabilmektir.


Yakın ilişkilerin son durağı olan evlilik tüm bu beklentilerin ve hayallerin gerçeklikle karşılaştığı yerdir. Eşler "Beni çok şaşırttın ve hayal kırıklığına uğrattın" derken gerçeklik üzerinden değil çoğu zaman zihnindeki ideal eş tasarımı üzerinden değerlendirme yaparlar. Karşısındakinden beklediği esneklik, sevgi, şefkat, ilgi ve desteğe en az kendisi kadar onun da ihtiyaç duyduğunu unutarak gerçeklikten uzaklaşırlar. Karşı tarafın da benzer bir motivasyon ve ihtiyaçlar eşliğinde ilişki kurduğu ve beklentisini bu yönde şekillendirdiği göz önünde bulundurulduğunda, çoğu zaman ideal evliliğe hayal kırıklıklarının çemberinden geçmeden ulaşmanın mümkün olmadığını görmekteyiz.


Mutlu bir evliliği tanımlarken klişe bazı standartlardan bahsetmek yerine, insanların önce kendilerini sonra eşlerini daha yakından tanımaya dönük bir sürece girmeleri ve en temel duygusal ihtiyaçlarını (sevilme, değer görme, fark edilme, şefkat gösterilme, yeterli olduğunu hissedebilme gibi)  eşlerine ifade edebilmeleri ve eşlerinin de en temel duygusal ihtiyaçlarını (sevilme, değer görme, fark edilme, şefkat gösterilme, yeterli olduğunu hissedebilme gibi) fark edip gidermeye dönük bir ilişki kurduklarında, o zaman evliliğe dönük beklentilerinin daha derinden karşılandıklarını göreceklerdir. Anlaşılmadıklarını, mutsuz olduklarını, derin hayal kırıklıkları yaşadıklarını, sürekli tartıştıklarını ifade eden çiftlerin karşılıklı güven zemini içerisinde kendilerini ifade edebilecek ve karşı tarafı dinleyip anlayabilecek duruma geldiklerinde gerçek bir ilişkiye başlangıç yaptıklarını görebilmekteyiz. Gerçek bir ilişkide, eşlerin evlilik öncesinde hayalini kurduğu o kusursuz eşle sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamaya dönük tasarımladığı ilişki modelinin, evliliğin gerçekliğiyle uyuşmadığını anladığı anda yaşananlar (kavgaların azaldığı, hafif bir depresif havanın hakim olduğu ve gerçeklikle yüzleşildiği dönem), bir yas sürecine dönüşmektedir.  Diğer eşin de en az kendisi kadar ihtiyaçlarının, incinmişliklerinin, travmalarının olduğunu kabul ettikten sonra iki tarafın kendini güvende hissederek(karşı tarafın kendisine saldırmayacağından emin olarak) eşine kendini açmaya başladığı, temel ihtiyaçlarını ifade ettiği, geçmiş yaşantılarından(eksiklerinden, yetersizliklerinden, acılı anılarından) bahsedebildiği bir tüneme noktasına gelebildiklerinde kendileri için en ideal ilişkinin temellerini atmaya hazır oldukları anlamına gelir.


Gerçek bir ilişkide eşler; içtenlik, samimiyet, sevgi ve şefkat duygularıyla birbirlerinin şifacısı durumuna geldiklerinde, ilişkinin  en zor tarafı olan duygusal katmanını yük olmaktan çıkarır iki taraf için de yaşam kaynağı haline dönüştürürler. Fark edilmeyi bekleyen bir sır gibi deneyimin içinde saklı olan bu destekleyici ve onarıcı ilişki, yaşanacak sıkıntılara rağmen değişime kendisini açan ve bir ötekini merak eden çiftlere kapılarını aralayacaktır. İlişkinin duygusal katmanı sağlamlaştıktan sonra geriye ortak yaşam kültürü oluşturmak, sorumlulukları paylaşmak, geleceğe ilişkin ortak hedefler koymak gibi daha çok düşünce ve davranış kısmıyla ilgili kısımlar kalacaktır ki, bunlar en temel duygusal ihtiyaçlarını ( sevilmek, beğenilmek, güvende hissetmek, değer görmek, yeterli hissetmek gibi) derinden karşıladığını hisseden bir çiftin kolaylıkla şekillendirebileceği şeylerdir.



      Şanver YEREBAKAN
Klinik Pskikolog / Psikoterapist


Sosyal Fobinin Paradoksları



İnsanların gözünden düşme korkusu diye bilinen sosyal fobi, ip üstünde yürümeye benzer çoğu zaman. Diğer insanlar size bakarken, ip üstündeki cambaz titizliğinde onların gözündeki yerinizi korumaya çalışır, iç dünyanızdaki değersizlik ve yetersizlik çukuruna düşmemek için uğraşırsınız. İşte o anda dikkatinizi dağıtacak bir şeylerin çıkma ihtimalinin korkusu daha ipin üstüne çıkmadan  sarar tüm bedeninizi. Bu korkuyla ve heyecanla ipin üstüne çıktığınızda ise sizi alkışlayanları değil kuyudan size el sallayanları görürsünüz ilk olarak. Sonrasında dengenizi kaybedersiniz ve durum istenmediğiniz şekilde sonuçlanır, kendini gerçekleştiren kehanet ortaya çıkmış olur.
Fobi kelimesi yunanca “kaçış” anlamına gelen “phobos” tan gelmektedir. Sosyal fobi ise diğer insanlar tarafından değerlendirilme kaygısı olarak da bilinen sosyal ortamlardan kaçış olarak tanımlanmaktadır. Tanı kriterlerine baktığımızda(DSM IV);

-                          Kişinin tanımadığı insanların yanında yada kalabalık ortamlarda bir eylem gerçekleştirmeye yönelik duyduğu belirgin ve sürekli korku halinin olması
-                          Diğer insanların yanında küçük duruma düşeceği ve utanç duyacağına ilişkin yoğun kaygı yaşaması ( Çocuklarda anksiyete sadece erişkinlerle olan etkileşimlerinde değil kendi yaşıtlarıyla karşılaştığı ortamlarda da ortaya çıkmalıdır)
-                          Kaçınma, anksiyöz beklenti yada korkulan toplumsal eylemin gerçekleştiği durumlarda günlük işlerini, mesleki faaliyetlerini ve genel işlevsellik durumunu bozar veya bozulacağına ilişkin kaygı ortaya çıkarması
-                          Kişi korkusunun aşırı yada anlamsız olduğunu bilir ( Çocuklarda bu özellik olmayabilir )
-                          Korkulan toplumsal durumla karşılaşma hemen her zaman anksiyete doğurur. Duruma bağlı olarak panik atağı biçimini alabilir.
-                          18 yaş altı kişilerde olduğunu söyleyebilmek için bu özellikleri en az 6 ay göstermesi gerekmektedir.

Sosyal fobisi olan kişilerin her haliyle kabul edildiğini hissettiği ortamlarda kaygılarının biraz düştüğü fakat bir şekilde değerlendirildiğini hissettiği durumlarda ise kaygının doruğa ulaştığı görülmektedir. Kendi içinde paradoksal bir yapıya sahip olduğu bilinen bu kişilerin, temkinli davranarak kaçınma göstermelerine rağmen korktuklarının başlarına geldiği gözlemlenmektedir. Kalabalığa seminer verecek, toplantıda sunum yapacak, bir gruba açıklama yapacak ya da bir ortamda diğer insanların da görebileceği şekilde eylemde bulunacak birinin bu süreçte yaşadığı sosyal fobinin dinamiklerine bakacak olursak;

Kişi harekete geçeceği zamana kadar bastırmış olduğu kaygılarıyla yüzleşmek zorunda olduğu ana gelmiş ve kalabalığın karşısına çıkmıştır. Kendini izleyen ve değerlendirildiğini düşündüğü birçok kişiyle karşı karşıya gelmiş ve söz kendisindedir. Suların durulduğu o anda kişi hünerini gösterirken kendini de ve izleyenleri de ikiye bölmektedir. Kendi iç dünyasının bir kısmında; bu zamana kadar diğer insanlar tarafından takdir edilen özelliklerin olduğu, başarılar elde etmesini sağlayan yeteneklerin bulunduğu, takdire şayan davranışlarla insanların dikkatini çektiği, kendini değerli hissettiren birçok yaşantısının kodlandığı, güçlü olduğunu gösteren birbirinden farklı deneyimlerinin olduğu, sevildiği ve kabul edildiğini fark ettiren bir yaşam alanını oluştururken diğer kısmında ; bu zamana kadar kendini yetersiz hissettiği anıların depolandığı, aşağılanmaları yaşadığı, eleştirildiği ve değersiz hissettirildiği yaşantıların olduğu, başarısızlıkların bulunduğu ve yapamayacağına ilişkin inançlarının olduğu kısmını oluşturmaktadır.

Kendisini dinleyen insanların da iç dünyasındaki iki farklı kısımdan birine dokunduğunu hissetmektedir. Yoğun korkularla çıkan kişi konuşmaya başladığında izleyicilerin yüzüne baktığında ya değerli ve yeterli olduğunu hissettiren bir mesaj alacak yada önemsenmediğini ve yetersiz olduğunu ifade eden bir anlam çıkaracaktır. Eğer kabul edildiğini ve değer verildiğini hissederse iç dünyasında iyi tarafa geçecek ve performansını tam olarak sergileyerek potansiyelini sahneye aktarabilmenin huzuru içerinde konuşmasını bitirecektir. Yada konuşmaya başladığı andan itibaren kabul edilmediğini hissedecek ve önemsenmediğini fark edecektir. Yetersizlikle ilgili şemaları aktive olduğunda bir taraftan temkinli davranarak hata yapmamak için uğraşacak bir taraftan da kendini kabul ettirebilmenin mücadelesini vermeye çalışacaktır. Eğer kabul edilmediğini hissettiren yüzlerde bir değişme olmazsa terleme, titreme, kızarma, konuşurken takılma ve cümleleri toparlayamama gibi semptomlar ortaya çıkacak ve panik hali oluşacaktır.  Sonrasında kaçınma davranışı göstererek konuşmayı bitirip yıkılmış bir şekilde yerine oturacaktır.

Bu durumu incelediğimizde, yaşanan kısır döngü ortaya çıkmaktadır. Sahneye çıkacak olan kişinin performansını sergileyememe yada diğer insanlar tarafından beğenilmemeye ilişkin bir inancı vardır. Bu inançla sahneye çıktığında inancını doğrulatmak için kanıt arar ve kalabalık içerisinde beğenilmediğini hissettiren bir yüz ifadesini bulur. Sonra da korktuğunun başına geldiğini düşünür, gerçekten yetersiz olduğunu hisseder ve performansı düşer . Performansının düştüğünü de nesnel olarak gördükten sonra döngü tamamlanmış olur. Temel kabul-spesifik algı- düşünce-duygu-davranış şeklinde bir kısır döngü meydana gelir ve bir çok sosyal ortamda eylemde bulunurken benzer dinamikler devreye girer.

Yukarıda ifade ettiğimiz kısır döngüye de baktığımızda sosyal fobiyi kalıcı olarak ortadan kaldırmak için kişinin temel kabullerini, inançlarını(yetersizim, değersizim) değiştirebilmesi gerekir. Bunun içinde eğer imkanı varsa psikoterapi desteği alması yoksa da bu konuya yoğunlaşarak ve kitap okuyarak değişim yaratmaya çalışması yararlı olabilir.

Panik anında duygu ve düşünceyi kontrol etmek yada kaygının fark edildiği andan itibaren kaygıyı kontrol altına almak için neler yapılabilir? Öncelikle bu belirtileri iyi anlamak gerekir. Panik yaşanmaya başladığında vücutta ( soluk almada güçlük çekme, kalp atışının artması, terleme, titreme, ellerin ayakların boşalması, mide ağrısı, halsizlik) gibi  psikosomatik belirtiler ortaya çıkabilir ve kontrolü kaybetme korkusu gibi duygular yaşanabilir. Nörobiyolojik olarak bu semptomların ortaya çıkış sürecinde, merkezi sinir sistemine bağlı otonom sinir siteminin aktif olduğunu görürüz. Otonom sinir sistemi iki farklı şekilde çalışır. Birisi parasempatik sinir sistemi ( Normal vücut fonksiyonların idare edildiği yerdir), diğeri sempatik sinir sistemdir ( tehlike anında aktif hale gelen vücudun fonksiyonlarının idare edildiği yerdir). Beyin bir tehlikeyi fark ettiğinde, sempatik sinir sistemini aktive ederek yaşanacak olumsuzlukla mücadele edebilmek için stabil çalışan vücut fonksiyonlarınızda olağan üstü hal ilan eder ve daha güçlü bir duruma gelmeniz için çalışma sistemini değiştirir. Nefes alıp verme hızınız değişir,  kalp daha hızlı çalışır ve pratik çözümler üretebilmeniz adına beyne daha fazla kan pompalar, dalak böbrek ve karın bölgesi gibi atıl durumda olan yerlerdeki kan çekilip beyne ve kaslara gönderilir, göz bebekleri büyür ve daha iyi yoğunlaşmanız sağlanmaya çalışılır. Bunların sonunda vücut ısısı arttığı için terleme ortaya çıkar ve vücut dengenizin farklılaştığını hissedersiniz.

 Panik yapmaya başladığınızda vücuttaki değişikliklerin başladığı ilk yer solunum sistemidir. O zaman yoğunlaşıp ilk değişimi oluşturacağınız ve kontrol altına alacağınız davranış ta nefes alış verişiniz olmalıdır.. Gevşeme egzersizi ve nefes egzersizi yaparak solunumu normal hale getirmeye çalışmalısınız. Derin nefes alıp yavaşça bırakmak şeklinde ve kaslarınızı önce kasmanız bir süre bekledikten sonra bırakmanız gibi egzersizler gevşemenizi ve nefesinizi normalleştirmenizi sağlayabilir. Bunu kalabalık karşısına geçmeden yada mikrofon size gelmeden psikosomatik belirtileri fark ettiğinizde yapmanız yararlı olacaktır. Performans sergilerken panik yaptığınız zamanda yine nefesinize odaklanmanız önemli ama yeterli değildir. Düşüncelerinizi ve algılarınızı da kontrol etmeye çalışmalı ve temel kabul-spesifik algı-düşünce- duygu-davranış zincirini kırmaya çalışmalısınız.


Sosyal fobi, yaşanan problemin fark edilmesi ve gerekli tedbirleri alınması halinde baş edilmesi çok zor olmayan bir kaygı bozukluğudur. Her yaşta her meslekte ve her pozisyonda insanın yaşayabileceği bir zorluktur. Kaygıyla baş edilemediği takdirde kişi daha az şey paylaşarak, sosyal ortamlarda ön plana çıkmamaya çalışarak genel bir kaçınma davranışı sergiler. Kaçınma davranışıyla yaşam kalitesini düşüren ve sosyal işlevselliğini bozulan bu kişilerin, psikoterapi sürecinde 8-10 seans gibi kısa bir zamanda ciddi değişimler yaşadığı bilinmektedir. Sosyal fobinizin olduğunu düşünüyorsanız kararınızı vermelisiniz. Ya diğer insanların sizin hakkınızda ne düşündüklerini düşünüp kaygılanarak hayatınızı geçirirsiniz ya da içinizden geleni hayata aktarmanın keyfini yaşayarak..


      Şanver YEREBAKAN
Klinik Psikolog / Psikoterapist

22 Ekim 2013 Salı

Terkedilme Depresyonu !!!



Kim derdi, böyle başlayan bir aşk yarı yolda kalacak? Kim derdi, bir gün gözlerinin içine bakıp “artık seni sevmiyorum” diyecek zalimce. Eriyip bittiğin, uğruna kul köle olduğun, beraber nefes aldığın bu insan duygularının değiştiğini söyleyecek sana, şaşkınlık ve korku içerisinde bırakarak. Tekrar kavuşmanın ümidiyle kaybetmenin derin çukurlarında direndiğini fark edeceksin çaresizce. Pazarın ortasında annesini kaybeden çocuğun yaşadığı korkuya benzer bir şey hissedeceksin, hayatım boyunca elini tutmak istediğin insanın elini bir daha tutmamak üzere bıraktığını düşündüğünde. Benzer duygu ve düşüncelere sahip insanların akıp giden hayatın içerisinde, olup biteni anlamaya çalıştığını görürüz. Belki de hayatın acımasız ve soğuk yüzünü, ayrılık sonrası yalnızlığı fark etmeye çalışıyordur onlar.

Ayrılık sonrasında yalnız kalmak, hayatın geciktirerek karşımıza çıkardığı bir gerçekliktir. Belki anne-babamızın öğretmediği bu gerçekliği, yıllar sonra çok sevdiğimiz insanla kurduğumuz duygusal ilişkinin bitmesi öğretecektir bize. Karşılıklı yoğun sevgi ilişkisi içerisinde kendi benliğinin sınırlarını kaybetmiş, bunu da samimiyet ve yakınlıkla açıklamaya çalışan birçok anne baba vardır. Zihnindeki sevgiye dayalı güvenli ilişkinin özellikleridir belki bunlar. Bu ilişki biçimi, sevgiyi paylaşma ve yakınlaşma davranışının temelini oluşturur çocuğun dünyasında.

            Anne-baba ile kurduğumuz ilk duygusal ilişki biçiminin hayatımız boyunca kuracağımız duygusal ilişki biçimiyle benzerlik gösterdiği bir çok araştırmada ortaya çıkmaktadır. Anne-babayla kurduğu ilişkide, bir taraftan olumlu ilişkiyi sürdürürken bir taraftan da ayrışmayı-bireyleşmeyi gerçekleştirebilen ve kendi ayakları üzerinde durabilen kişinin, sevgiye dayalı özerk bir ilişki biçimi oluşturduğu söylenebilir. Bu ilişki biçiminde sevme ve sevilme çok önemsenirken, sevilmeme durumu yıkım değil hüzün ortaya çıkaracaktır. Sevilmeme, ayrılma gibi durumlar bir gerçeklik olarak karşısına çıkacak ve biraz zor olsa da bu duyguyla baş edecek kadar kendini güçlü hissedecektir. Buna gerçek kendiliğinden aldığı güçle, özünden aldığı güçle ayakta kalma ve hayatı tüm gerçeklikleri ile yaşayabilme potansiyeli diyebiliriz.
           
             Sembiyotik ilişki(sınırları kaybolmuş, içi içe geçmiş, birbirinden beslenen) biçimiyle beraber yaşamaya alışmış olan insanlar için terk edilmek, kendini tanıması ve gerçek kendiliğini fark edebilmesi adına bir fırsattır. Boşluk, hiçlik, anlamsızlık, öfke gibi duyguların yoğun yaşandığı bu dönemler, kişinin kendini aradığı zamanlardır. Yani kişiyi hayata bağlayan bir nesnenin kaybolması kişinin kendinden aldığı güçle hayata devam edebilme sistemini aktive edebilir.

Çoğu zaman kişi bu süreçte kendi olmanın zorluğunu yaşamak yerine, benzer işlevlere sahip başka birini hayatına sokarak boşluğun dayanılmaz acısını dindirmeye çalışır. O zamana kadar da boşluğu hissetmemek için alış veriş, yemek yeme, riskli davranışlarda bulunma, ani kararlar alıp değişik etkinlikler yapma gibi eylemler sergileyerek yalnızlığın zeminindeki boşluğu yok saymaya ve bu eylemlerle içinde bulunduğu anı yaşamaya çalışır. Bu şekilde eylemlerde bulunan ve sonrasında kaybettiğine benzer bir nesne bulup ona bağlanarak hayatta mutlu olacağını düşünen kişiler, hayatı boyunca benzer terk edilme depresyonları yaşayacaktır.
 Çünkü kendine yetebilme ve kendinden aldığı güçle yarınlara kalabilmek için kişinin ayrılma sürecindeki boşlukta bir müddet kalması ve acının, yalnızlığın olduğu o duyguda kişiliğini bir başkasına bağlanmadan yapılandırabilmesi gerekmektedir. Kişiliğin inşa edildiği bu süreci, çoğunlukla bir psikoterapistten yardım alarak insanların atlattığı görülmektedir. Bu süreç kişinin çocukluk döneminde yarım kalan ayrışma ve bireyleşme becerisini tamamladığı, kendilik yapısını olgunlaştırdığı ve yaşamını tekrardan inşa ettiği bir dönem olmaktadır.  

 Bir örnekle açıklayacak olursak ; Anne karnında yaşayan çocuk için her şey yolundadır, beslenme anneden karşılanır, oksijeni sıvı halde alır. Aslında cennet bahçelerinden bir bahçedir anne karnı. Belli bir olgunluğa eriştiğinde dünyaya gelir ve anne karnındayken karşılamış olduğu ihtiyaçları doğduktan sonra daha farklı şekillerde karşılamak zorunda kalır. Anne karnındayken sıvı oksijen alarak solunum yapan çocuk doğduktan sonra ilk kez havayı içine çeker ve ciğerlerini şişirerek normal solunum sistemini devreye sokmuş olur. Bu örnekte sadece solunum yapma davranışına bile baktığımızda çok şey görmek mümkündür. Bebek büyüme ve kendine yetebilirliği arttığı oranda fizyolojik olarak kendi sistemini devreye sokar. ilk nefes aldığında ciğerlere çektiği havadaki oksijen, hava keseciklerini yakar ve bebeğe çok acı verir. Zor olmasına rağmen yaşanması gereken bir durumdur çocuğun anneden bağımsız bir şekilde hayatını sürdürebilmesi ve hayati fonksiyonlarını devam ettirebilmesi için. Aslında ayrılıkta yaşadığımız boşluk duygusuyla baş etmek ile çocuğun ciğerlerine hava çekmenin acısına dayanması benzer durumlardır. Sıvı oksijenle beslenmenin rahatlığı, yaşamanın gereklerinin bir başkası tarafından optimal düzeyde karşılanmasıyla anlaşılabilirken; başka bir insana bağlanıp onun gözlerinde mutluluğu arıyor olmakta da, hayatta mutlu olmanın sorumluluğunu başkasına vermenin rahatlığı vardır diyebiliriz. İki durumda da olgunlaşmayla beraber ortaya çıkan, kendine yetebilmenin zorluğu yaşanmaktadır.  

Boşluğa düşen kişinin öncelikle duygularını ve düşüncelerini fark etmesi önemlidir. Yaşanan depresyon kişiye çok acı veriyor olsa da kendiliğini inşa etme sürecinin başlangıcı olduğu için gerekli bir süreçtir. Kendiliği inşa etmek kişinin kendini tanıması ve bu zamana kadar önem vermediği taraflarını fark etmesiyle  başlar. Keyif aldığı, üretken olduğu, yetenekli olduğu yaşam alanlarını görmesi ve hayatına taşımasıyla devam eder. Her şeye ve herkese rağmen, var olabilmenin zorluğu ve sorumluluğuyla hayatını sürdürebilmeyi öğrenerek mesafe kat eder. Hayatın içinde olumlu ve olumsuz yaşantıların olabileceğini kabul eden kişi, artık daha tutarlı ve sürdürülebilir bir hayat yaşamaya başlayacak; kendisiyle, karşısındaki insanla ve hayatla daha güvenli bir ilişki sürdürmeye çalışacaktır. Yaşayabileceği olaylar ve karşılaşabileceği durumlar beklentileri dahilinde olacağı için ciddi hayal kırıklıkları ve incinmişlikler yaşamayacak; huzurlu, mutlu ve dingin bir hayata yelken açmış olacaktır.


       Şanver YEREBAKAN
Klinik Psikolog / Psikoterapist



15 Haziran 2013 Cumartesi

Stres Nedir ? Baş Etme Yolları Nelerdir ?



Stres kişinin baş edebilme gücünü aşan ya da zorlayan durumlarla karşılaştığında kendini koruyabilmek ve hayata devam edebilmek adına verdiği otomatik tepkilerdir. Çoğu zaman kişi stres altındayken üç farklı tepkiden birini verir. Eğer var olan durumla mücadele edecek kadar gücünün olduğuna inanıyorsa “savaşma”,  baş edemeyeceğine inanıyorsa “ kaçma “ , eğer kaçacak kadar dahi gücünün olmadığına inanıyorsa “donup kalma “ tepkisini verir. Genelde bu tepkiler kişinin kendine karşı olan temel inançlarından beslenir . Savaşma tepkisini otomatik olarak veren ve içinde bulunduğu sorunlarla mücadele etmeye çalışan kişinin kendine ilişkin temel inançları ( güçlüyüm, yapabilirim, çözüm üretebilirim, başarabilirim ) şeklinde iken, kaçma tepkisini otomatik olarak veren kişinin temel inançları ( zayıfım, beceremem, yetersizim, daha fazla zarar görmemek için buradan uzaklaşmalıyım) şeklinde olur. Donup kalan kişinin temel inançları ise ( kaçarak kendimi fark ettirirsem zarar görürüm, zayıfım, acizim, çaresizim, yetersizim) şeklinde olduğunu görürüz. Kişinin bu tepkilerden hangisine daha yatkın olduğu içinde bulunduğu anda değil, geçmiş yaşantıların duygusal izlerinden oluşan kendilik yapısı tarafından belirlenir.

Stres birçok rahatsızlığa sebep olduğu gibi, bir çok rahatsızlık sonrasında da ortaya çıkabilir. Ya sorunun ortaya çıkmasını engelleyemediğimiz için ya da çıkan soruna çözüm üretemediğim için stres yaparız. Bizi aşan, sınırlarımızı zorlayan ve yetişemeyeceğimiz düşüncesini aklımıza getiren her şey stres kaynağıdır. Bir işe, toplantıya, programa trafikten dolayı yetişemeyeceğimizi anlarsak ve trafik sorununu da çözemeyeceğimizi bildiğimizden dolayı içinde bulunduğumuz anda derin çaresizlik duygusu yaşarsak, muhtemelen ikincil bir duygu olan öfke ortaya çıkmaya başlayacaktır. Ortaya çıkan öfke, ya trafikteki diğer sürücülerin küçük hatalarını bulup onlarla kavga etmesine, ya telefon açan eşiyle tartışmasına ya da arabanın direksiyonunu yumruklaması gibi anlık tepkilere sebep olacaktır. Kazancından fazla ödemesi olan birinin benzer duygu ve düşüncelere sahip olup benzer tepkiler vermesi sık karşılaşılan bir durumdur. Nasılsın diye sorduğunuzda “koşturuyoruz, yetiştirmeye çalışıyoruz” derler tükenmişlik, yorgunluk ve bıkkınlık içerisinde.

İnsanın epigenetik yapısında varolan ruhsal ve fiziksel patolojilerin zaman içerisinde ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu potansiyeli ortaya çıkaran, tetikleyen en önemli unsurun stres faktörleri olduğu görülmektedir. Ruhsal yapının fiziksel durumu, fiziksel durumların da ruhsal yapıları etkiliyor olduğu yapılan bir çok araştırmada ortaya konulan bir bilgidir. Hasta olan bir adamın moralinin yüksel olmasının iyileşme sürecini hızlandırdığını bildiğimiz gibi, sağlıklı olan bir adamın uzun süre stres altında kaldığında çeşitli rahatsızlıklarla karşı karşıya kaldığını görmekteyiz.

Peki ne yapmalıyız ? Öncelikle stresin ne olduğunu ve hayatımızı nasıl etkilediğinin farkında olmalıyız. Stresi tam olarak ortadan kaldırmak mümkün mü ? Değişen ve karmaşıklaşan dünyada, bir çok işi aynı anda yolunda götürmeye çalıştığımız bu zamanda stresi ortadan kaldırmak değil stresle yaşamayı öğrenmek mümkündür.

Stresin belirtilerine bakacak olursak;

Fizyolojik Belirtiler

-  Yorgunluk  
-  Adale ağrıları
-  Yerinde duramama
-  Ellerin terlemesi 


Psikolojik Belirtileri

-          Endişelenme
-          Konsantrasyon güçlüğü
-          Kontrolsüzlük duygusu
-          Sinirlilik
-          Unutkanlık

           Davranışsal Belirtileri

-          Bir maddeye aşırı düşkünlük ( sigara, alkol )
-          Beslenme ve uyku dengesinin Bozulması ( ya normalden fazla ya da az olması )
-          Telaşla oradan oraya koşuşturmak
-          Sosyal ortamlardan kaçınma

           Stresle baş etme yollarına bakacak olursak;

-          Doğru beslenme alışkanlığını geliştirmek ( doğru beslenme alışkanlı öncelikle fiziksel olarak daha sağlıklı yapıya sahip olmamızı sağlar, günlük yaşamda baş etmeye çalıştığımız durumlarda kendimizi daha zinde hissederiz )
-          Zamanı etkili kullanmak ( yetiştireme, geç kalma, yarım bırakmak zorunda kalmak yada yapabileceğimizin üstünde bir işi yapamayacağımız bir sürede yapmak zorunda kalmak gibi stres verici durumları ortaya çıkmasını engellemiş oluruz )
-          Geçmiş başarıları hatırlamak ( geçmişte benzer durumlarla karşılaşıp üstesinden geldiğimiz olayları hatırlamak, cesaretimizi arttırmamıza ve çözüm üretmemize yardımcı olur )
-          Sosyal destek sistemini güçlü tutmak ( Yanlarında kendimizi iyi hissettiğimiz ve duygusal olarak onlardan beslendiğimiz insanlarla paylaşımları arttırmak, zorlu süreçlerde kendimizi daha güçlü hissetmemizi sağlayacaktır )
-          Fiziksel egzersiz yapmak ( düzenli spor yapmak , yürüyüşe çıkmak, koşu yapmak gibi fiziksel olarak bizi dinç ve güçlü hissettirecek egzersizler günlük yaşamda kendimize olan güveni arttıracaktır )
-          En önemli tekniklerden biri olan nefes alma egzersizi ( Bir el karnınızın üstüne bir elinizi de göğsünüzün üstüne koyup nefes alıp verin. Eğer nefes aldığınızda şişen yer göğsünüz oluyorsa yanlış nefes alıyorsunuz. Eğer kanınızın üst kısmı yani diyafram kaslarının olduğu yer şişiyorsa doğru nefes alıyorsunuz. Diyaframdan nefes almayı öğrendikten sonra kendinizi çok gergin ve çaresiz hissettiğiniz anda  sadece altı kez derin nefes alıp aldığınız sürenin iki katı kadar sürede verirseniz ve sadece nefesinize odaklanarak, onun nasıl vücudunuzdan süzüldüğünü fark etmeye çalışırsanız egzersiz bittiğinde kendinizi daha farklı hissedeceksiniz. Çözüm üretmek konusunda kendinizi daha güçlü hissedeceksiniz.)

Stresi hayatımıza ne şekilde konumlandıracağımızı ve hayatı nasıl daha yaşanabilir hale getireceğimizi anlamak, kendimizi anlamaktan geçer. Değiştirebileceklerimiz için mücadele etmek, değiştiremeyeceklerimiz için sabretmek ve bunların ayrımını yapabilmek için de sağlıklı düşünmek gerekmektedir.   


       Şanver YEREBAKAN
Klinik Psikolog / Psikoterapist