11 Kasım 2012 Pazar

Kim Korkar Evlilikten ?


Evlenmek; kimine göre Leyla’nın içinde yaşadığı bir cennet bahçesine kavuşmak, kimine göre ağzına bir parmak bal çalınan adamın kör kütük geçtiği köprünün sonundaki esaret adasında yaşamak , kimine göre de neslin devamını sağlamak-hayatı düzene sokmak-yalnızlığı gidermek gibi durumlardan dolayı eş aramaktır; çoğu zaman neden evlendiğini yıllar sonra anlamaktır. 
Kişilerin ekonomik, sosyal, mesleki ve duygusal hayatlarında gerekli olgunluğu yakalamasıyla ortaya çıkan evlilik düşüncesi, toplumun biyopsikososyal döngüsüne  katkı sunan en önemli dinamiklerdendir. Bu düşünce, öncelikle kişinin hayatını sonrasında da toplum yapısını derinden etkileyen değişimleri içinde barındırmajtadır. İşte tam bu noktada bazıları hazır olduğunu hissedip evlenmeye niyetlenirken bazıları da ya ertelediğini söylüyor ya da evlenmenin o kadar da iyi bir şey olmadığını ifade ediyor. Evlenmek istememenin kişisel yada toplumsal nedenselliğine baktığımızda birçok farklı durum görmek mümkündür. Ben bunlardan bir tanesi olan “özerkleşme” faktörü üzerine durmak istiyorum.
Özerkleşme; bebeklik döneminde yürümeyle başlayan ve tuvalet alışkanlığı kazandığımız 3-4 yaşlarına kadar devam eden süreçte, dünyayı tanıma ve keşfetme girişimleriyle kendini şekillendiren temel yaşam becerisidir. Sonrasında bu beceri, hayatı bir çok yönden kuşatan kişilik yapısının çekirdeğini oluşturur. Kişilik yapısının çekirdeğinde var olan özerklik kavramının çocuk gelişimindeki aşamaları üzerine araştırmalar yapan Margaret S. Mahler insan yavrusunun gelişimini 3 temel dönemde açıklar;
(0-2 ay) otistik dönem  ( Kendi iç dünyasına ve beden algısına dönük olduğu dönem )
(2-6 ay) simbiyotik dönem ( Anneyle karşılıklı beslendiği ve füzyonun olduğu dönem)
(6-36 ay) ayrışma ve bireyleşme dönemi
     - Ayrışma denemeleri       (6-16 ay)
     - Tekrar yakınlaşma          (16-20 ay)
     -  Ayrışma ve bireyleşme  (20-32 ay)  
İki üç yaşlarından sonra merak duygusuyla dünyayı keşfe çıkan çocuğun belli sınırlar içerisinde dünyayla temas etmesi ve deneyimler yaşamasının desteklenmesi ile devam eden bir süreçtir özerkleşme. Özerkleşme çocuğa tercih yapma hakkı verdiği gibi yapmış olduğu tercihin sonuçlarına katlanma zorunluluğunu da ortaya koyar. Yaptığı davranışların sorumluluğunu üzerine almaya başlayan çocuk büyüdükçe hayatın sorumluluğunu alması gereken yaşa gelir. Artık o büyümüş olgunlaşmış, kendi hayatı adına kararlar veren ve verdiği kararlarla hayatını yaşamak zorunda olan bir insan olmuştur. Özerkleşen ve olgunlaşan kişi  özgürce yaşamanın keyfini çıkarırken özgürlüğün bedeli olan sorumluluğun yükünü omuzlarında hissetmektedir.
Yetişkinlik dönemine kadar özerkleşme ve bireyleşmeyi güvenli bağlanma zemininde gerçekleştiren genç yetişkinler anne babasına yeterince bağlıyken, bağımlı durumda değillerdir. Bu durum genç yetişkinle anne babası arasındaki bağların zayıf olduğu ve birbirlerine yeterince destek olmadıkları anlamına gelmez, aksine kendinden ayrıştığını ve farklı bir birey olduğunu kabul eden anneyle çocuğu arasında ciddi bir sevgi ve güven bağı olduğunu fakat varoluşlarını birbirinin üzerine inşa edip işgalci davranmadıklarını gösterir. Çocuğuna yeni ve özgür bir dünya kurmasına izin veren annenin çocuğu da zamanı geldiğinde  tüm sorumluluklarını üzerine alıp uygun bir eş tercihi yapacak ve kendi hayat sistemini yeniden yapılandıracaktır. Ailesi onun için çok önemlidir, kendisi de ailesi için çok önemlidir ve hayatlarının sonuna kadar yardımlaşma dayanışma içinde olacaklardır. Çocuklarına temel güven duygusu içerisinde yeterli ilgi ve sevgiyi hissettirdikten sonra onları birey olarak kabul edip iradesine saygı göstermeyi becerebilen aileler, kendilerine bağımlı silik insanlar değil kendi ayakları üzerinde durabilen ve ailesine bağlı olan güçlü insanlar olmalarını sağlamış olurlar.
Özerkleşme sürecinde sorun yaşayan ve otuzlu yaşlarda olmasına rağmen hala annesinin dizinin dibinde oturup kendini “annesinin birtanesi“ olarak tanımlayanlar vardır çevremizde. Annesini, bireyleşme ve özerkleşmesinin önündeki bir engel olarak görmesine rağmen ondan kopacak kadar gücü yoktur. Anne, yere göğe sığdıramadığı oğluna denk bir gelin bulmanın zorluğundan bahsederken, oğlu da annenin yerine koyacak ve anne gibi onu besleyecek bir eş bulmanın imkansız olduğunu düşünür. Bir taraftan çocuğunu evlendirip onun bir aile olmasını isteyen anne bir taraftan da kendinden bağımsız olmasını kabul edemeyecek kadar çocuğuna bağımlıdır. Ayrışma sürecinde annenin gelinle yaşayacağı gerginlikler, annesinin güvenli limanından eşinin limanına yanaşmayı düşünen oğlunun bu  aktarımı tam olarak gerçekleştirememesine sebep olacaktır. Bir yandan annesini bırakamadığı için eşi tarafından kendi olamamak ve anakuzusu olmakla suçlanacak diğer taraftan da eşine  alışmaya çalışırken kılıbık olduğu, eşinin kontrolünde olduğu gibi ifadelerle eleştirilecektir.
Özerkleşme sürecini sağlıklı bir şekilde gerçekleştiren ya da hiç gerçekleştiremeyip ailesine bağımlı bir şekilde yaşayan kişilerin, evlilik kararını daha kolay verdikleri görünmektedir. Biri zaten kendi ayakları üzerinde durduğu için olgunlaşıp güçlenmiştir ve evlenmek onu sorumluluklardan dolayı zorlayacak bir süreç olsa da kaldıramayacağı bir yaşantı olmayacaktır. Bundan dolayı korku değil belki biraz zorluk yaşayacağını düşünecektir. Bağımlı yetişen kişiler ise evlilik kararından evlilik sürecinin planlanmasına ve gerçekleşen evliliğin ayakta durmasına kadar birçok sorumluluğu ailesine yüklemekte, kişi maddi manevi ailenin garantörlüğüne ihtiyaç duymaktadır. Bundan dolayı çocukluktan beri ihtiyaçları ailesi tarafından belli kurallar doğrultusunda karşılanmış olan kişi bu süreci ailesinin kurallarına göre oynadığı takdirde sıkıntı yaşamayacağını düşünecek ve evlilik ile ilgili ciddi korkular yaşamayacaktır.  
Asıl sıkıntı, özerkleşme ve bireyleşme sürecini sağlıklı geçirmediği halde yaşamının belli bir döneminden sonra özgürlüğünü hisseden kişilerin evlenmeyi tekrar annenin kontrolü altına girmenin bir türevi olarak algılamasıdır. Evliliği, yıllardır mücadelesini verdiği özerkliğin ve bireyselliğin bitişi olarak görmesidir. Bu tip kişilerde evlenme korkusu ya da isteksizliği, henüz tam olarak kazanamadığı kimliğini kaybetme ve anne türevi olan birine teslim etme anlamına gelebilmektedir. Ya da doğru kişiyi arıyorum diyerek uzun yıllar evliliği erteleyenleri  “ esaretinden yeni kurtulduğum anne/baba mın yerini almak isteyen kişilerle değil beni ben olduğum için tercih edecek, bireyselliğimi ve özerkliğimi önemseyerek kendim olabileceğim bir dünya da benimle yaşamak isteyecek birini arıyorum ” şeklinde anlayabiliriz.
O halde şunu söyleyebiliriz; ne tam anlamıyla kültürünü ( bağımlı kişilik yapısı, ataerkil yapı ) yaşayan insanlar ne de bireyleşme ve özerkleşme gibi biraz batı kültüründen gelen fakat olgunlaşmayı beraberinde getiren özelliklere sahip insanlar evlilik sürecinde çok fazla kaygılanmazken, gelenekçi bir yapıda büyüyen fakat sonrasın da bireyleşme ve özerkleşmesini tamamlamaya çalışan yani geçiş sürecinde olan insanlar ciddi düzeyde  kaygılar yaşayabilmektedirler. 


     Şanver YEREBAKAN
Klinik Psikolog / Psikoterapist

8 Eylül 2012 Cumartesi

Kişiliğimizin Kalın Surları :SAVUNMALARIMIZ


Annenin sıcak, huzurlu ve güvenli dünyasından karmaşanın, belirsizliklerin ve kaosun olduğu gerçek dünyaya geliriz. Gerçek dünya da yaşayabilmek o kadar da kolay değildir. Bir taraftan kendimizi tanımaya ne olduğumuzu anlamaya çalışırken bir taraftan da çevrenin tehlikelerinden korunmaya çalışız. Çevreyle kurduğumuz iletişim dünyayı tanımamızı sağlarken temas anında yaşadığımız duygular da kendimize ilişkin düşünceler oluşturmamıza sebep olur. Yani iletişim kurduğumuz kişileri yada nesneleri kendimizi iyi hissettiriyorsa olumlu yaşantı, kötü hissettiriyorsa olumsuz yaşantı olarak kodlarız zihnimize. Kendimizi ve çevremizdeki kişileri temas anında olayın bizde yaşattığı duyguya göre iyi-kötü diye ikiye ayırmaya başlarız. 5 yaşlarına kadar devam eden bu duygu ve düşünceler sağlıklı ebeveyn tutumlarıyla iyiyi ve kötüyü içinde barındıran bir benlik yapısına dönüşür. Eğer çocukluk döneminde kişiliğimizi bütün olarak algılamayı gerçekleştiremezsek etrafımızdaki insanları da siyah ve beyaz olarak görmeye başlarız. Siyah tarafımızı tetikleyenleri siyah, beyaz tarafımızı tetikleyenleri de beyaz olarak tanımlarız. Artık hayatı kendi içindeki siyahı korumaya çalışan bir beyaz edasıyla sürdürmeye başlarız. Kendimizi daha iyi hissetmek ve daha güçlü olabilmek için olumsuz taraflarımızı temsil eden siyahı kuşatan beyaz bir çadır kurarız. Çadırın beyaz tarafının siyah tarafıyla temas etmeyeceği şekilde birbiriyle bağlantılı direklerle yükseltir, kazıklar çakıp ipleri gerdiririz . Gelebilecek darbeye dayanıklı olduğunu, en azından direklerden birinin yıkılmasıyla çadırın çökmeyeceğini, yeni direk dikinceye ve çöken tarafın bezini tekrar gerdirinceye kadar diğer direklerin taşıyabileceğini biliyor olmamız bize güven duygusu verir .  Bekli de halk arasında “özgüven” denen duygu buradan besleniyordur.
           
Bu şekilde hayatımız boyunca sağlamlaştırmaya çalıştığımız çadırın içinde narin, güçsüz ve sürekli kollanması gereken benlik parçasını yaşatmaya çalışırız. Hiç beklemediğimiz bir anda gelen darbeyle hasar gören koruma çadırımız bizde panik yaratır. Tüm gücümüzle oraya omuz verip yeni bir direk çakmaya çalışarak çadırın o tarafını güçlendirmek için uğraşırız. Çünkü dışarıdan görülen çadırın rengi ve büyüklüğüyle içinde yaşatmaya çalıştığımız benlik parçamız arasında büyük farklar vardır. Diğer insanların kişiliğimize ilişkin düşünceleri çadırın dıştan görünüşü temsil ederken bizim farkında olduğumuz benlik parçası; içeride yaşatmaya çalıştığımız çok hassas, zayıf ve kırılgan olan tarafımızı temsil etmektedir. Biz çadırın örtüsü yani beyaz tarafı ile içeride yaşattığımız benlik parçası arasındaki yüksekliği “ Savunma Mekanizmaları” nı kullanarak oluşturur ve dış dünyayla temasını kesmiş oluruz. Bu durum benlik parçamıza dışarıdan gelebilecek tüm tehditlere karşı bir koruma kalkanı oluşturduğu için bizi rahatlatırken dış dünya ile temas etmesini engellediğinden dolayı büyüyüp olgunlaşmasını geciktirir.
           
Biz her ne kadar tedbir alsak, zayıf olan savunmalarımızı güçlendirmek için yeni savunmalar oluştursak da hayat içerisinde yaşadığımız sarsıcı olaylar bazen çadırın bezinin yırtılmasına bazen alttan su almasına bazen de çöken direğin örtüsünün benliğe dokunmasına sebep olabilir. Bu durumda gerçek dünyayla temas eden tarafımız acı çeker fakat iç görü kazanmamızı sağlayan bu kırılmalar olgunlaşmak ve güçlenmek için bize fırsat verir.
          
Şimdi bu yaşatmaya çalıştığımız fakat geliştirmek için çok bir şey yapmadığımız benlik parçamızla, görülmesini istediğimiz benlik parçamız arasında duran, çoğu zaman bizi ayakta tutan, bozulan dengeleri tekrar kuran, kötü gün dostu “Savunma Mekanizmaları” na bir bakalım;

Savunma mekanizmaları genel olarak kişiyi yaşamış olduğu olumsuz olaylardan sonra temeldeki yetersizliklere ilişkin düşüncelerden sıyırıp benliği tekrar denge haline ulaştırmak için  bir çoğu bilinçdışı bir şekilde yapılan açıklamalar, yorumlar ve tepkilerdir. Yani kişinin dış tehditlere karşı vermiş olduğu tepkilerin tamamı savunma mekanizmasıdır.Bunların bir kısmı yaşanan durumları dışsallaştırdığı için kişinin iç görü kazanmasını engellerken bir kısmı da kişinin varlığını devam ettirebilmesi ve hayattan keyif alabilmesi için gereklidir.

Hayatı boyunca insanlara tepeden bakan, sürekli ukala tavırlar gösterip karşısındakini değersizleştirmeye ve kendini mükemmelleştirmeye çalışan narsist yapıların aslında saklamaya çalıştıkları yoğun değersizlik duyguları, incinmişlikleri olduklarını ve kocaman dağ görüntüsünün altında derin kuyulara sahip olduğunu duymuşsunuzdur. Ya da sürekli çevresini suçlayan insanların derin suçluluk duyguları yaşadığını gözlemlemişsinizdir. Benzer bir çok kişilik yapısının savunmalarla ayakta durduğunu ve gelen sağlam bir darbede yere kapaklandığını biliriz. Ancak ayakta durmak için sürekli savunma yapan bu kişilik örüntüleri yerle bir olduklarında normal insan gibi tepki vermez, yaşadıkları öfkeyle ya çevresine ya da kendisine ciddi zararlar verebilirler(İntihar etme, karşısındakini öldürme). Bu kadar uç durumlardan biraz ortalama kişiliklere gelecek olursak; “sürekli kafama takıyorum, her söylenen batıyor vs” gibi şikayetleri olan kişiliklerin enerjilerini aile hayatı, iş hayatı, sosyal hayattan kısıtlayıp kişisel hayatındaki kaygılarına yoğunlaştırdığını görmekteyiz. Benlik bütünlüğünü tam olarak sağlayamayan bu kişiler iletişim kurdukları kişinin tavırlarıyla kendi iç dünyalarında saklamaya çalıştıkları zayıf tarafları arasında bağlantı kurup kendilerini kötü hissederler. Bu spesifik algıların oluşturduğu dengesizliği gidermek içinde sürekli savunma yaparlar. Bu savunmalarla ömrünü geçirenler işlevsellikten çok bir şey kaybetmeseler de yaşam kalitesini düşürürler.      

Sağlıklı bir insanın resme bütün olarak bakabilmesi, siyahı ve beyazı karıştırıp griyi yakalayabilmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Bu bağlamda kendini olumlu-olumsuz, güçlü-zayıf taraflarıyla kabul edip bütün olarak algılayan normal insanların da savunma mekanizmalarına ihtiyaçları vardır. Fakat normal insanlar kendini gri olarak algıladıklarından dolayı grinin siyaha kaçan tarafı ona gösterildiğinde çok telaşa kapılıp, var gücüyle karşıya saldırmaz. Kırılmaları diğeri kadar derin olmaz. Üzülür, öfkelenebilir fakat bu tepkiler realite ölçüsünde olur. Bu durumlarda olgun savunma mekanizmaları dediğimiz ( Bastırma , Şakaya vurma,Yüceltme ) gibi  karşı tarafa bir saldırı niteliği taşımayan makul savunmalar göstererek krizi yönetir. Kırılmalarda ciddi yaralar almayacağı gibi kendini geliştirmesi ve olgunlaştırması içinde fırsat olur. Bir örnekle açıklayacak olursak ” grip aşısı vücudu hasta etmeyecek düzeyde grip mikrobu verilerek yapılır ve vücut bu mikroba karşı bağışıklık geliştirir yani güçlenir” . Bu örnekten yola çıkacak olursak zaten kendi benliğimizde var olduğunu bildiğimiz olumsuzluklar bizim zayıf ve geliştirilmesi gereken taraflarımızdır. Çevremizdeki insanların art niyet taşımadan zayıf taraflarımıza ayna tutarak bize göstermesi de kişiliğimize aşı yapılması gibi algılanabilir. Vücudumuza aşının enjekte edilmesi fizyolojik bir acı verse de yararlı olduğunu bildiğimiz için sabreder, acımızı bastırırız. Sağlıklı bir insanın kişiliğine yapılan bu aşılar, ruh dünyasında travmalar oluştursa da bu durum dayanamayacağı büyüklükte olmaz. Kişi bunun farkında olursa anlık duyulan acıları olgun savunmalarla atlatırken aldığı mikroplarla kişiliğinin zayıf yönlerini güçlendirme, olgunlaştırma sürecine girer. Bu sürece de psikolojinin gözünde kendini gerçekleştiren birey olma, bizim kültürümüzde arif insan olma süreci diyebiliriz.                                   


      Şanver YEREBAKAN
Klinik Psikolog / Psikoterapist

7 Eylül 2012 Cuma

YAŞAMDA TELEVİZYON MU? TELEVİZYONDA YAŞAM MI?


Model alma yoluyla öğrenmenin en yoğun olduğu okul döneminde (7-15 yaş) televizyon; çocuklarımızın zihinsel, sosyal ve ahlaki gelişimini yakından etkilemektedir. Bu dönemde çocuklarımızın doğruları yanlışları, iyileri kötüleri, güzelleri çirkinleri öğrenmeleri ahlaki gelişimlerini; toplum içinde ben kimim?, cinsiyete ilişkin toplumsal rollerim nelerdir?, kişisel ve ailevi sorumluluklarım nelerdir?, içinde yaşadığım toplumun örfleri-adetleri-gelenekleri-inançları nelerdir? gibi sorulara cevap aramaları sosyal gelişimlerini; kültürün, toplumunun özelliklerini analiz edip güzelliklerini ve eksikliklerini fark etmeye çalışması, geçmişi yorumlama ve geleceği de yordamaya çalışması, kendi hayatı ile ilgili ciddi planlar yapmaya başlaması zihinsel gelişimlerini sürdürdüklerini göstermektedir.

Televizyon, böylesine kritik bir dönemde çocuklarımızın gelişimine destek olabileceği gibi çok ciddi zararlarda verebilir. Bunun için televizyonu ne yok sayabiliriz ne de tamamen hayatımızın merkezine alabiliriz. Yapmamız gereken televizyonu kontrol altına almaktır. Televizyonu kontrol altına almak ne demektir? Televizyonu kontrol altına almak; sana ne katacağını ve senden ne götüreceğinin farkında olmak, ne zamanlar izlememiz gerektiğini bilmek (dersten arta kalan vakitte mi televizyon yoksa televizyondan arta kalan vakitte mi ders), neyi niçin izlediğini bilmektir. O halde amacına uygun bir şekilde ( haber, belgesel, fikir-tartışma programları, yöreyi- kültürü anlatan filmler, hobilerle ilgili ve gelişim alanlarını destekleyen programlar ) kullanıldığı zaman çocuklarımızın gelişimlerine katkı sağlayacaktır. Aksi takdirde zamanımızın çoğunu alıp götüren, çocuklara ahlaki-sosyal gelişimlerinde olumsuz model teşkil eden (cinsellik ve saldırganlık dürtülerini tahrik ederek sapkınlık oluşturan), aile ve okul hayatında çatışmalar yaşamasına sebep olan bir durum olarak karşımıza çıkacaktır.

Çocuklarımızın okul motivasyonunu ve ders başarısını artırmak zamanın iyi planlanmasıyla mümkündür. Yapılan ders programı, çocuğun ihtiyaç duyabileceği her türlü faaliyeti belli düzeylerde gerçekleştirebileceği şekilde oluşturulmalıdır. Eğer önemli bir futbol maçı veya vazgeçemeyeceği bir program varsa onu derslerini ve diğer işlerini aksatmayacak şekilde izlemesine izin verilmelidir. Televizyonu tamamen yasaklamak hırçınlaştırıp ders başarısını düşürebileceği gibi kontrolsüz bırakmakta okul motivasyonunu olumsuz etkileyecektir. O halde yok sayamadığımız televizyonu aile düzenimizi ve çocuklarımızın gelişimini olumsuz etkilemeyecek şekilde hayatımıza yerleştirmeliyiz.



Şanver YEREBAKAN


Klinik Psk. / Psikoterapist

YALAN SÖYLENİR Mİ ? SÖYLETİLİR Mİ?


Var olan bir durumun çevreden istenilen tepkiyi alabilmek adına olduğundan farklı yansıtılmasını yalan söyleme davranışı olarak tanımlıyoruz. Aileleri tedirgin eden ve kaygılandıran yalan söyleme davranışı, beş-altı yaşlarına kadar korkulacak bir durum değildir. Zihinsel, sosyal ve duygusal gelişimi göz önünde bulundurduğumuz zaman yalan kavramına çocuğun anlam vermesi, ahlaki bir yapı içerisinde değerlendirmesi altı yaşından sonra ortaya çıkabilmektedir. Çocuğun duygusal dünyasında ürettiği senaryoları, hayalindeki kahramanları ve onlarla olan ilişkilerini gerçek bir durum gibi sizinle paylaşıyor olması yalan olarak değerlendirilmemeli, kendini size açtığı bu davranışlar engellenmemelidir.

Okul dönemindeki bir çocuğun yalan söylemesinin sebeplerine bakacak olursak; Beklentilerini karşılayamayan çocuk, mahçübiyet duygusunu yaşamamak ve ailesine hayal kırıklığı yaşatmamak adına durumu olduğundan farklı yansıtabilir. Örneğin;  Arkadaşıyla kavga etmeyeceği konusunda babasına söz veren çocuğa, komşudan gelen şikâyet üzerine, yaşananların sebepleri suçlayıcı bir tavırla sorulursa olayı inkâr edebilir ya da kendini haklı çıkarmak için yalan söyleyebilir.
Yapılan bir araştırmada yalan söyleyen çocuklarda aşağılık duygusu, suçluluk duygusu, saldırganlık ve kıskançlık duygularının baskın olduğu gözlemlenmiştir. Bu durumda gösteriyor ki çocuklarımız bir şekilde çevreden kabul görme,  eksikliklerinden dolayı değer kaybetmeme, etrafındaki insanları mutlu ederek onların ilgisini ve sevgisini kazanma adına bu davranışları sergiliyor. Örneğin; Fakir bir öğrenci, sınıf arkadaşlarına eksikliğini yaşadığı yönünü hissettirmemek için maddi durumunun iyi olduğunu söyleyebilir veya ailenin, okulun, toplumun onaylamadığı bir davranışı gerçekleştiren çocuk farklı senaryolarla durumu kabul edilebilir bir şekilde değiştirebilir.       
Bazı çocuklarda belli bir yaşa gelmesine rağmen olayları abartarak, ilginç bir halde hayretler içerisinde anlatarak çevresindeki insanların dikkatini çekmekten onları şaşırtmaktan büyük zevk alır. Bu tip çocuklar aile ve arkadaş ortamında kişisel özellikleri ile anlam ifade edememenin oluşturduğu eksikliği giderilmeye yönelik davranış sergilemektedir.
Kişilerin var olan durumdan zarar görmemek için söylediği yalanların yanında bir de sistemli olarak bazı amaçları gerçekleştirmek için gerçeğe çok yakın bir şekilde kurgulanmış yalan söyleme davranışı vardır. Ailesinden ve arkadaşlarından soyutlanan, çevresinde meydana gelen değişiklere karşı kayıtsız kalan çocuğun yalan söyleme davranışına çalma davranışının eklenmesi ile olay kontrolden çıkmaktadır. Diğerlerinden farklı özellikte olan patolojik yalan, duygudurum bozukluğu belirtisi olarak değerlendirilmektedir.
Genel olarak değerlendirdiğimizde günlük yaşamda karşılaştığımız yalanların çoğu aile içi iletişim eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Çocuğunu idealize etmiş olduğu prototipe benzetmeye çalışarak ve akranlarıyla karşılaştırarak kendi benliğini tatmin etmeye çalışan aileler, çocuklarına hata yapma ve zayıf olma hakkı tanımamaktadırlar. Eğer çocukla aile arasındaki duvarlar yıkılır karşılıklı olarak yapılan yanlışlıklar, sorumluluklar, yetersizlikler yargılamadan konuşulabilir ve var olan problemler eleştirilmeden kabul edilip, çözüme kavuşturma konusunda ortak hareket edilebilirse belki yaşanan problemler tamamen ortadan kalkmayacak fakat yalan söyleme davranışı kontrol altına alınacağından dolayı problemin büyüyüp çözümsüz hale gelmesi engellenmiş olacaktır.


     Şanver YEREBAKAN
Klinik Psikolog / Psikoterapist